Ramazan ayının yazın en sıcak günlerine denk geldiği 2010 yılında, sabahın
6’sında kalkmışız. Bir telaşla kahvaltı etmek adı altında ağzımıza bir şeyler
tıkıştırmak suretiyle yola çıkmaya hazırlanıyoruz.
Sekiz tane çıtır kıvamında stajyer kızlar olarak, Adıyaman’daki ilk staj
günümüz için heyecanlıyız. Bindik arazi araçlarına petrol kuyularını (atbaşı
dediğimiz araçları) görmeye gideceğiz. Yolda geyikler dönüyor, gülüşmeler,
şarkılar, her şey şahane. İlk inceleme alanımıza geldik. Faylar, dere
yatakları, alüvyonlar vs. sürekli notlar alıyoruz, haritalarımızı işliyoruz.
Saat olmuş 10 ve bedenimin her gözeneğinden ter damlaları geliyor resmen. Hava
olmuş 38 derece, biz hala diyar diyar yürüyoruz. Başımızda hocamız, sağ olsun
bize eğitim vermek adına o sıcakta oruç ağzıyla dünyanın arazisini gezdirdi,
biz susuzluktan sızlandık. Yanımıza aldığımız erzak da saat 12 sularında
tükenmişti.
Bir beldeye girdik acilen. Hemen bir bakkal bulup yağmalamaya başladık
(o an ki alışveriş halimizi görseniz yağmalama kelimesinden daha doğrusunun
seçilemeyeceğini anlardınız). Bakkal Amca bir demet aç kızı görünce hemen buzdolabının mermerine açtı
ekmekleri, arasına da döşedi beyaz peyniri domatesi… Yürü ya kulum dedi. 3
saniye sonra her şey ortadan yok olmuştu. Tabi o
zamana kadar bizi birkaç inek dışında gören olmamıştı. Bakkal Amca, biz
hominigırtlak yerken(bizim oralardan bir deyim) tek kelime de edemedi. Sonra
biz kızlarla kendi aramızda konuşunca duymuş bizi. “Aaaa ben kızları turist
sanmıştım, e bunlar alacalı giyinmiş, anlamadım Türk olduklarını” demiş bizim
şoföre. Mühendis olacağımıza inanası
gelmemiş. Bir nevi turist de olduk tabi. Ama çoraplarını paçalarının üzerine çekmiş
turistler…
Karınlar tok, susuzluk giderilmiş, hava olmuş 45 derece, asfalt erimiş (ki
kullandığımız yolların hiç birinde asfalt bile yoktu), dağ taş toprak ela gözlü
bir çöl ahusu edasıyla susuzluktan ağlayamıyor bile, ama biz görev insanları,
arazi haritalamaya devam ediyoruz. Arabaya bin, iki kilometre git, arabadan in,
gördüğünü çiz, arazi defterine not et, bilgilen, tekrar arabaya bin, bir kaç
kilometre git, arabadan in şeklinde süregelen arazi gezimizi sevgili hocamız
güzel bir yerde sonlandırmak istemiş olacak ki bir bahçeye gittik. Ama görün ki
ne bahçe!
Antep fıstığını dalından yeme şerefine
nail olduk. Daldık mı bahçeye! Sekiz tane rengarenk giyinmiş,
kafasında tuhaf eşarplar olan sırtlarında çanta ellerinde çekiçleri olan
kızlar… Başlarında 4 tane Güneydoğunun sıcağından kavrulmak suretiyle tenleri
kapkara olmuş adamlar… Uzaktan bir araç sesi gelir gibi oldu. Bir de bağırışlar
filan. Gelip bizim daldığımız bahçenin önünde duran kamyonetten aşağı adamlar
atlamaya başladı. Buraya kadar sıkıntı yoktu, ta ki ellerinde bize
doğrulttukları tüfekleri görünceye kadar. Hocamız gitti hemen konuşmaya tabi.
Adamlardan biri döndü bize “Korkuttuysak affola, sizi görmüşler, bahçenize
dalan başında renk renk eşarplı kadınlar var dediler. Bahçeyi çingenler bastı
sandık. Biz sizi çingene sandık. Buralarda çingeneler bahçelere dalıyor da
mühendis hanım ablalar.” dedi. Şöyle bir baktım kendime, yanımdakilere pek de
haksız sayılmazdı. Helal et amca dedik ve hadi hocam biz ufaktan kaçalım
kampımıza... Gün sonu artık. Yolda hepimiz uyuyoruz. Kafayı kaldıracaksın da
etrafa bakacaksın. Boş versene!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder